Üye Girişi »     
ޞafak Vakti Rüzgârın Eşliğinde Mavi Yengeç Ağıtı

Sisten mintanını kuşluk vaktinin
usul usul soyunuyor işte bahçeler;
bin dilinde bin yarası varmış gibi, civanperçemi
huysuz, huzursuz
inildiyor;
nazlı mavisi ketençiçeğinin, yıldızlardan
daha suskun, daha uykusuz;
ah, kırılan kabuğu suyun,
ıslak yanı ıpıssız kalmış kıskaçlı boncuk;
çınlatıp oysun diye kayalıklarda, rüzgâr
bütün gece aralıksız
yasını taşıdı kumsalın dalgalara;
ah, parçalanan mercan sazı çakılın,
sedef kını kırım kırım dağılmış yosun çakısı…

Yakılmış bir orman iskeletinin
küllerinden mi sızdı
bilmem ki ansızın yüreğime bu sızı;
nice rengin nice sesin o büyülü sürüsü
şimdi kara bir is kuyusu;
yamaçlara doğru yayılmış ekinleri
terden ve ateşten tırpanıyla güneşin
nasır nasır, soluksuz,
biçen çiftçiler gibi
rüzgâr biçiyor içimdeki acıyı…

Ağaran tanın ilk ışıltısı
kamaşan karnında ufkun
tülden gülleriyle yanarak
uzanıp öperken ıslak dudaklarından
kıvır kıvır asmaların,
ağzında, tadı can mayası bir nar parçalanır,
kınından sıyrılmış bıçaklar gibi
rüzgârın sulardan sıyırdığı dalgacıklara
dökülür kıvılcımları…

Işık zaten, dünyanın, güneşten kopalı beri
kanatlanıp ardı sıra süzülen
ve içinde ürediğimiz
kıvılcım sürüleri değil mi,
yanardağlar değil mi onların yuvaları…

Ah, eşini ikizinden kıskanan sülün,
dalların dudağında ayrım ayrım ördüğü üç yuvada
sevdasını üç dişiye ayrımsız üleştiren minik ötleğen,
çağlayanla seviştikçe çoğalan köpük,
koynundaki incinin kurbanı midyeyi görüp
öpüşünü dikeniyle sunan böğürtlen,
gagasının kınasını kızılcıktan sağan sığırcık,
göğün ipek gergefine, gümüş sırmalı
tığ danteli işleyen çatal kırlangıç,
lodosun yağmur, karayelin kar kokusunu
her havanın haylazı koynunda yatıştıran
duvağının sabırsızı akasya,
çayır, bayır, şimdi nasıl üzgünsünüz kimbilir;
çiğ azmış, çiğdem inler,
sıçramaktan incinmiş bilekleri korkutulmuş tayların;
yuvasına usul usul sokulan yılanın hışırtısını
duymuş da otların fısıltısından
daldan dala döner de döner sürmeli çalıkuşu,
çaresiz, gücüne küskün, siner de siner;
mahzun kuzu melemeleri çınlatır çimenleri…

Kurşunların götürdüğü yavrusu geri gelmez bir ana
kırılmış dalın gözenekleri gibi
kurumuş çiçekleriyle yüzünde gözyaşlarının
dalmış penceresinde uzakların düşüne
aydınlığın sökmesini bekliyor,
söküp düşmesini içindeki kanlı gölgeye;
korktuğuna efelenen,
sevdiğine kıvrım kıvrım mahzunlaşan karabaş’ı mahallenin
şafaktan önce zehirlenmiş,
yakalanmış titreyişlerin kamçısına
kaldırımdan kaldırıma sürüklüyor kendini;
biri buğday, biri zeytin tanesi, biri duman üç encik
göç yolunda ağ kapana takılmış bıldırcın gibi
bakınıp ürkek ürkek saklandıkları delikten
kırık kırık sızıldanıyor,
yalasalar dilleri gitmez, ısırsalar dişleri yetmez;
çocukların düşlerinde
biri meltem, biri imbat, biri lodos olsa da isimleri,
sokaklar düşlere de sağır, çocuklara da;
sanki sezmiş de, geceden beri,
petek petek pürüzlü, tıkız, silisli koca bir taşın
dönüp durduğunu içimdeki oyukta,
paylaşmak ister gibi puslu değirmen uğultusunu
bağırdan bağırdan dem çekiyor çatıdaki güvercin…

Uyanmış olmanın bezginliğiyle,
yaşıyor olmanın azgınlığıyla,
sevdaya, dirence kızgınlığıyla

birazdan caddeleri dolduracak insanlar;
uslu-süslü gövdelerinin
kuşsuz-düşsüz boşluklarına
süngersi bir tutkuyla yılışıp izledikleri
reklamlardan hırsızlama maskelerini asıp, birbirlerinden
bir şeyleri gizlice kapışmanın yarışına girecekler;
çalkalandıkça içlerinde doymazlığın safrası
ağızlarını salyamsı bir köpük dolduracak,
ihanet, nankörlük, sinsilik, yalan,
döviz, kredi kartları, karşılıksız çekler,
güve, sülük, kene ve benzerleri;
ne, kendileri için çekilmiş acılar umurlarında
ne de yağmurdan sonra yapraklarla
dans ederken serçeler
dallardan gökyüzüne balkıyan
şöleni duyumsama yetileri var;
dünün unutkanı, yarının algılama özürlüsü olarak,
boyunlarında boyunduruk,
böğürüp duracaklar bir gün daha…

Kayalığın sevdalısı,
sazlıkların, yosunun belalısı,
haşarı mı haşarı
kum tanesi iki çakmaktaşını göz edinmiş mavi yengeç
ne kadar güzeldin oysa,
çevik mi çevik, bıçkın mı bıçkın;
sol yanından dalgaların çığıltısı, sağ yanından
kuşların cıvıltısı çağırdığı için mi
bir o yana bir bu yana, yanın yanın gezerdin;
sedefi mermere kavuşturan şarkınla
seher serinliğinde sulardan gelişini
uzaktan işitirdi sakalar;
kıskanıp ısırganotları
çakıllardan sorardı gizini mercan kıskaçlarının;
çıkıp geceleri kumsala, seyrine dalsan yıldızların
ayışığı ıslak pırıltına yaslanıp
okşardı ışıl ışıl yakut taçını;
kamışların fosforlu kelebeği,
bir yudum etini mi zümrüt içinde
denizlerin gökyüzünden senin için süzdüğü
menevişli cam mavisi rengini mi, kıymak için canına
suçun saydılar;
ah, kırılan sedef kabuğu suyun,
gönül gürültüsü dağlanmış kıskaçlı boncuk;
bağrında kendinden daha ağır bir bıçak yarasıyla
ateşe yatırdıklarında, kimbilir nasıl arandı
yosunlara gizlediğin kovuğunu kehribar bakışların…

Çiçektozları ve çimenlerin ıslak teniyle içlenip rüzgâr
yanık yanık inledi kamıştan kavalında suyun,
çırılçıplak yasına sindi sazlıklarda kırılıp dalgacıklar;
kanadında taşıdığı kıvılcımdan utanıp, üzgün,
yaprakların altında söndü ateşböceği;
ötüşleri daha da acılansın diyerek
gözleri acımasızca asitlenmiş bülbüller
kavlanmış tahıldan alıp is kokusunu, küskün,
çırpındı kafeslerinde;
daha onyedisinde körpecik bir gencin,
şişlerle sorgulandığı zifiri mahzenlerde
demirden ve taştan sızan kan pıhtısını
ağılı diliyle yalanırken karanlık,
utandı portakal çiçeğinden nektarla kalkan arı;
utancından, bin yüreği bin yara olup kanadı narın;
koruklar, zerdaliler kekreyen nazlarını
çekirdeğin acısına çağırdılar yeniden;
erken döktü yemişini çitlenbik, utanıp asırlar tutan hayatından;
genç kızların çeyizlik kavakları, ürpertiyle ağırladı rüzgârı;
mavimsi pırıltısından kara inci bağrının, utanıp, sustu iskete;
ıhlamur çiçeğine yasladı kanadını gözyaşını içer gibi kelebek;
diş dudağa sığındı sızılaşıp, dil yutkunuşa;
almak için deniz, kendinden çalınanın öcünü,
kırığını kuşandı derin koynundaki mermerin;
kanla kazılmaktan toprak da sızım sızım sızladı
kan tozumaktan rüzgâr da…

Kaç kuzulu maral, kaç, avcı geldi
avcılar elinde kaç kuzu kaldı;
dalıp da çayırlarda
yumakların, yulafların bir yudumcuk tadına
duymazsan pusucunun izin izin ezdiği filizin inleyişini
seni avlarlar,
daha melemeden körpe yükünü, küle katıp
yaralara çıralara bağlarlar;
geceleyin karadutun tülünü bürün, görünmesin gözlerin,
gündüzleyin yıldızlar gibi güneşi örtün,
mazı dalı tazıların hızını işlesin bileklerine,
meşelerin gölgesinde eriş düşüne;
ışığını aydan alan yasemin
kardan alan kardelen
nardan alan gelincik korusun sevincini,
çayırların ırağına, koruların yüreğine kaç kuzulu maral,
kaç, seni avlarlar…

Yakılmış bir orman iskeletinin küllerinden mi sızdı
bilmem ki sabah sabah yüreğime bu sızı,
ah, o badem kokulu rüzgârı çocukluk günlerimizin
birden, nasıl da islenip puslandı böyle…

Ho Amca, Ho Amca, yetiş kurtar bizi bu zulümden!



İzlenme: 89 Görüntüleme
Puan:
1 Star2 Stars3 Stars4 Stars5 Stars (No Ratings Yet)
Loading...
Ekleyen: admin

Yorumlar

Yorum Yaz